VARLIK FELSEFESİ
Felsefenin temel ilgi alanlarından birisi de, varoluşu, bizzat varlığı, araştırmaktır. Bir varlık gerçekten var mıdır. Eğer varsa, nasıl varolmuştur. Bu varlık Reel manada mıdır?; yoksa düşünsel boyutta mıdır?. İşte Felsefenin bu ilgi boyutundaki halinin açıklaması, ontolojiye dayanmaktadır. Ontolojinin temel amacı varolmanın anlamını araştırmaktır. Bu hususla ilgili olarak ontoloji, gerçeklerle açıklanamayan sorulara,cevaplar bulmaya çalışmaktadır. Reel (gerçek) ve ideal (düşüncel) varlık alanları, töz (cevher) ve öz ile oluş nedir gibi sorular ontolojinin (varlık öğretisinin) temel sorunlarıdır. Ontoloji bu haliyle, öğretim ve öğrenme konularına odaklanmıştır. Bu noktada birbirinden etkilenen disiplinler, nihai manada interdisipliner yaklaşımla, Eğitim Felsefesini, dünyaya getirmişlerdir. İlgili açıklama ve varsayımlar ilkçağlara kadar dayanmaktadır. Ancak ontolojinin bir felsefe dalı olması ve bu adı alması 17. yüzyılda Wolf’a dayanmaktadır. 18 ve 19 yüzyilda Kant ve Hegel’in bu alandaki çalışmalarını, 20. yüzyılda Hartmann izlemiştir. Ancak doğaldır ki varlık sorunu ilk günden bu yana felsefeyi meşgul etmiştir. Başlangıçta doğa filozoflarının ilgilendiği varlık sorunu,onların hemen ardından Atina idealistlerinin metafizik anlayışında temel sorun olmuştur. Varoluşu idealist bir anlayışla ele almak orta çağında karakteristiği olarak karşımıza çıkar. Şimdi bunları açıklamaya çalışalım:
İLKÇAĞ MADDECİLERİ
İlkçağ Maddecileri (Doğa Filozofları) Thales’ten Demokritos’a kadar uzanan ve coğrafya olarak Anadolu’da yaşayan düşünürlere verilen addır. Maddeci düşünürler; evrenin bir yaratıcısı olmadığı ve ezeli bir var oluş içinde olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre “Hiçten bir şey olmaz.” Evrenin de bir ilk biçimi, ilk olanı, arkhé’si vardır. Her şey arkhénin dönüşümü sonucu bugünkü halini almıştır. O zaman, Arkhe’ye, nesnelerin, ilk hali diyebiliriz. Thales’e (625-545) göre ilkolan sudur. Her şey sudan gelir ve yine suya dönecektir. Dünya da sonsuz su (okeanos) içinde yüzer. Arkhe’nin ne olduğu konusunda çok farklı isimlendirmelere rastlanmaktadır. İlkolan kimi zaman toprak, hava, su veya ateş ya da bunların kombinasyonu şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bazı hallerde ise, sayı, apeiron (sınırsızlık-sonsuzluk) sperma (tohum) ya da atom olarak, belirmektedir. Batı Felsefesinin ilk filozofu. M.Ö. 6. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Thales'te, felsefe bakımından önem taşıyan husus, onun 'Neyin var olduğu', 'Neyin gerçek olduğu' ya da 'Neyin gerçekten var olduğu' sorusu üzerinde düşünmüş olmasından kaynaklanmaktadır.
O, doğada var olan nesnelerin tüketici yönden, bir listesini yapmayı amaçlamamış, fakat şeylerin varlığa gelmeleri ve daha sonra da yok olup gitmeleri olgusundan etkilenmiştir.
'Neyin var olduğu' sorusunu yanıtlamanın en önemli yolu, onun gözünde birlik ile çokluk ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu bir biçimde ifade edebilmekten geçmiştir. Gözle görünen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun, çokluğun gerisinde akılla anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçekliğin var olduğuna inanmıştır. Thales, çokluğun kendisinden türediği, çokluğun gerisindeki bu birliğin 'su' olduğunu öne sürmüştür. Kendisinden önceki felsefenin bir anlamda tarihini yazmış olan Yunan filozofu Aristoteles, Thales'i bu sonuca, herşeyin sıvı bir varlıktan beslendiği, sıcağın da sudan türeyip, suyla beslendiği, herşeyin tohumunun nemli bir yapıda olduğu gözleminin götürdüğünü belirtir. Yine, Thales'in Akdeniz'i aşarak, Mısır'a yapmış olduğu seyahatler, suyun insan yaşamı üzerindeki önemi ve değerini ona göstermiş olabilir. Thales'i arkhe’nin su olduğu sonucuna götüren nedenler ne olursa olsun, onu felsefe tarihinde ilk filozof olarak önemli kılan şey, verdiği yanıttan çok, sorduğu sorudur. Buna göre, o varlığın ya da dünyanın nihai ve en yüksek doğasının ne olduğu sorusunu sormuş olduğundan önemlidir.
İlk çağ maddecileri içinde öne çıkan düşünürlerin başında Efesli Herakleitos (540-480) gelir. İlk varlık olarak ateşi kabul eden Herakleitos; evreni karşıtlıkların zıtlığı ve birlikteliği ile açıklamaktadır. Tanrı da ihtiyarlık ile gençlik, gece ile gündüz gibi zıtlıkların arkasında bir olan noustur, akıldır. Ona göre evrende değişmeyen tek şey değişimdir. Bu nedenle de “ Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. Çünkü hem ırmak değişmiştir; hem de biz.” . Kesin bir gerçeklikten söz edilemeyeceğini ve her şeyin insanın kavrayışına göre olduğunu söylemiştir. Her şey görecedir ve sezgiyle görülebilir. Evrendeki her şey hareket halindedir ve değişmektedir. Çeşitlilik vardır ve bu sonsuza kadar gitmektedir. Her şey kendi karşıtına dönüşmektedir ve ateşten oluşmuştur. Dünya tektir, onu ne bir tanrı, ne de bir insan yaratmıştır. O kendi yasasına göre tutuşan ve sönen sonsuz bir ateştir ve hep öyle kalacaktır.Ölümsüzlüğün ve canlı ateşin oyunundan bahsetmiş ve bu oyunda ateşin kendisi ile oynadığını söylemiştir. Bu yorumda gizli olarak, Tanrı hüviyetine oturtulan ateş, sadece kendisini muhatap almaktadır. Bu yüzden eğer oyun oynayacaksa; Tanrı kendisiyle ya da kendi kendiyle oynayacaktır. Ateş dönüşüm içindedir; buhar olur, su olur, toprak olur. İlginç bir kişilik olan Heraklitos Efesos'ta saltanat süren önemli bir ailenin çocuğu olmasına rağmen dağlarda yalnız yaşamayı seçmiştir. Kendisini arayarak, bulmaya çalışmıştır.
Maddeci görüşü son noktasına taşıyan da Teos’lu Demokritos’tur. (460-370) Ona göre evrenin temel yapı taşı bölünemeyen madde yani atomdur. Canlı-cansız, bitki-hayvan, insan-ruh her şeyin temelinde atom vardır. Atomlar yapısal olarak aynı oldukları halde hareket alanları, hareket hızları, ağırlıkları, dizilişleri farklılık göstermektedir. Bunun için dünyadaki maddeler, birbirlerinden, farklı biçimde oluşmaktadır. İnsan duyu organları ile ancak maddenin dış görünüşü hakkında bilgi sahibi olabilir. Ama maddenin temelini olusturan atomlar hakkında bilgi edinilemez. Bu nedenle de maddelere ait bilgilerimiz doğruluktan yoksundur ve karanlıktır.
Yine Miletoslu fizik ve doğa bilimcisi Anaksimandros (M.Ö 610-574) ise her şeyin kaynağını belirli bir maddeye bağlamayıp sonsuzluk ve sınırsızlıktan söz etmiştir. Belirli özellikleri olan bir varlığın hiçbir şeyin özü olamayacağını anlatmaya çalışmıştır. 'Sonsuz bir birlikten söz ediliyorsa çokluk niye var?'' ve ' neden durmadan yineleme var?' gibi sorulara cevap aramıştır. Sonsuzluk belirsizdir ve içinde karşıtlıkları barındırır. Her şeyin kendi karşıtına dönüşmeyeceğini, bir tek var olanla değişmenin açıklanamayacağını öne sürmüştür."Her şey her şeyden doğar" demiştir. Hareketin görünüş değil gerçek olduğunu kanıtlamıştır. Anaksagoras varlıkların belirleyicisinin madde olduğunu söylemiştir. Sonsuz sayıda maddeden söz etmektedir. Zamanın gerilerinde bir ilk hareketi kabul etmektedir. Hareketini kendinden alan zihin evrende egemen tek varlıktır. Zihinden önce kaos vardı, zihin onu keyfince düzenlemiştir. Anaksagoras'ın madde ile ilgili düşüncelerini Abdera'lı Demokritos benimsemiş Atomcular felsefe okulunu oluşturmuştur.
Bir başka Miletoslu filozof Anaksimenos (MÖ 550-480) Anaksimandros'un öğrencisidir ve her şeyin havadan geldiğini ve havaya döndüğünü, ruhun ise solunan hava olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre esas varlık, asal varlık havadır.Sokrates öncesi Anadolu'lu filozoflar evreni anlamaya çalışmış ve evrenin içinde kendi yerlerini sorgulamaya başlamışlardır. Evreni açıklarken kaynağını araştırmış ve belirli bir şeye bağlamışlardır.
Daha geç bir dönemden önemli bir filozof Sinop'lu Diogenes’tir (M.Ö 413-327). Diogenes bir düşünürün son derece ilkel bir yaşantı sürmesi gerektiğini savunuyordu. Ona göre en üstün iyi erdemdir. Felsefesinin özü sadelik ve doğadır. Özentiyi, müsrüflüğü kötülemelidir, ihtiyaçları en aza indirgemelidir. Bir fıçı içinde yaşayan Diogenes'e bir isteği olup olmadığını soran İskender onun çok meşhur olan şu sözlerine şaşırmıştır "Gölge etme başka ihsan istemem". Platon'un 'çılgın Sokrates' dediği Diogenes yalınayak dolaşır, tapınak kapılarında yatar ve gündüz elinde bir fenerle dolaşıp soranlara 'bir insan arıyorum', demiştir.
Tüm bu filozoflar Sokrates öncesi düşünce dünyasını yansıtırlar. Düşünce üretmekte kendilerine göre bir sistem oluştururlar. Antik dönemde doğa olaylarının kişileştirilip tanrılarla simgelenmesini ve efsanelerin yaygınlaşıp geliştirilmesini, onlara tapınılmasını, kısacası pagan tanrılarını kabul etmeyip bunlara bireysel çıkışlar olarak başkaldırmışlardır.
SOFİSTLER İLKÇAĞ SÜPHECİLERİ
“Bilen” anlamına gelen sofist sözcüğü ilkçağda genellikle gezgin ögretmenlik yaparak yaşamlarını çok farklı mekanlarda geçiren düşünürlere verilen bir addır. Sofistler genelde kuşkucu bir yaklaşım içindedirler. İnsan sorununa geniş yer verdikleri düşünceleri; görelilikten bilinemezcilige kadar uzanır.
Protagoras’a (482-411) göre “İnsan her seyin ölçüsüdür, varolanların varlıklarının da; varolmayanların varolmadıklarının da.” Buna göre her şey için tam karşıt iki tez ileri sürülebilir. Gorgias (483-375) biraz daha ileri giderek; genel olarak varlık hakkında bilginin olanaksızlığını ileri sürer. Ona göre hiçbir şeyin varlığı kesin değildir. Varlık olsaydı bile onu bilmek olanaksızdır. Bir şekilde varlığı bilseydik bile bunu başkalarına bildiremezdik.
İLKÇAĞ İDEALİSTLERİ
Atina’da felsefe diğer şehirlerden çok farklı bir yol izler. Sokrates’le başlayan, Platon’la devam eden ve Aristoteles’le noktalanan idealist yaklaşımlar yalnızca kendi dönemlerinde değil, çok sonraları da etkili olmuştur. Bu düşünürlerin kurdukları ruhçu ve idealist yaklaşım özellikle de iki büyük dinin resmi görüşlerinin temelini oluşturmuştur. Hıristiyanların yanı sıra İslam dünyası da bu düşünürlere büyük önem vermiştir. Platonu EFLATUN olarak tanıyan İslam dünyası, Aristo için de BAŞÖĞRETMEN sıfatını kullanmıştır. Varlık hakkındaki düşünceleri idealist olan üçlünün bilginin kaynağı konusundaki yaklaşımları da akılcıdır. Akılcı öğreti bilginin kaynağının öznel ve aldatıcı olan duyu verileri olamayacağı görüşündedir. Akılcı öğreti herkes için geçerli olan gerçek bilgilere ancak akıl yolu ile ulaşabileceğimiz savındadır. Ancak kendi aralarında da iki farklı yaklaşım sergilerler. Birinci görüş (Sokrates ve Platon) bilgilerin doğuştan insan aklında hazır olduğunu; ikinci görüş (Aristoteles) ise doğuştan bilgilerin değil, bilgiyi elde etmede kullanılan akıl ilkelerinin doğuştan var olduğunu ileri sürer.
SOCRATES (Atina; 469-399) Socrates’e göre insanlara yeni bir sey öğretmek mümkün olmamaktadır. Böyle bir işe kalkışmak da saygın bir davranış değildir. Çünkü bilgiler insan aklında doğuştan vardır. Daha sonra bu bilgiden etkilenen, psikologlar çevresel öğrenme kuramlarını inşa etmişlerdir. Özellikle öğrenmenin alışkanlık (habitual) olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre latent (gizil) öğrenme bağları zaten organizmada doğuşta vardır. Tek yapılabilecek şey, tekrar, egzersiz yoluyla bu bağları açığa çıkararak kalıcı hale getirmektir. Bu kuramcılara göre, öğrenmede alışkanlık ve tekrar esastır.Yapılması gereken şey bilgileri ruhun derinliklerinden gün ışığına çıkartmaktır. Bunun yolu da karşılıklı konuşmadır diyalogdur. Uygun sorularla doğurtulamayacak bilgi yoktur. Sokrates diyalog konusunda kendine özgü ince-alaylı bir konuşma sanatı olan ironiyi geliştirmistir. “ Bir tek şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğim.” diyerek yola çıkar. Bilgiyi arama serüveninde; konunun uzmanlarıyla, uzmanlık alanlarına giren konular üzerinde söyleşir. Bir yandan bilgiyi ararken diger yandan da bilgiye sahip olduklarını sananlarla ince ince dalga geçer, alay eder. Bu tavrının bedelini “Atina’nın Tanrılarına inanmamak ve gençleri baştan çıkarmak”la suçlandığı mahkemeden aldığı ölüm cezası ile ödemiştir. Mahkemede yaptıkları nedeniyle ceza değil ödül alması gerektiğini ileri sürmüştür. Mahkemenin verdiği ölüm cezasının da aslında ceza değil ödül olduğunu, çünkü ölümün sonsuz bir uyku veya bir başka dünyaya göç olduğunu; her iki durumda da ceza olamayacağını anlatmıştır.
Korkunun bilgisizlikten kaynaklandığını, sonuçlarını bildiğimiz durumlardan korkulmayacağını söyler. Ölüm cezasının infazını cellâtlara bırakmaz, kendisi uygular ve ögrencilerinin önünde ölür. Bu tavrı kuram-eylem bağlamı açısından tutarlı ancak trajik bir örnektir. Kendisini izleyen düşünürler üzerinde özellikle de ethik (ahlak felsefesi) yönünden oldukça etkili olmuştur. Ancak izleyenleri onun haz teorisini (Hedonizm) farklı biçimlerde yorumlayarak farklı dünya görüşlerine ulaşmışlardır. Sokrates’i en iyi anlayan ve en dogru yorumlayan, giderek de görüşlerini sistemli bir biçime sokan Platon’dur.